25 Eylül 2013 Çarşamba

REİSLİĞİ TOP ŞİŞİREREK ALMAK: TERİM KOVULDU !

Haberi duyduğumda aklımdan geçen film şeridindeN nedense Real Madrid maçında yapılan harika kareografi, kareografide yer alan Ali Sami Bey bulunuyordu.  Kulaklarımda Ali Sami Bey’in henüz bir lise öğrencisiyken arkadaşlarını bir araya getirerek kurduğu lise takımında liderliği nasıl aldığına ilişkin sözleri yankılanıyordu: “Ben reisliği elimizdeki tek topu yağlayıp şişirmekle almıştım.”
Sözlerini şöyle tamamlıyordu babası da Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri yani Şemsettin Sami olan Ali Sami Bey: “Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, domuz sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi. Yani o zaman Reisliğe ve diğer vazifelere payeyi, en çok çalışan kazanırdı. Cevdet de ikinci Reisliği formaları yıkadığı için almıştı.

Galatasaraylılık kültürü ya da terbiyesi adı altında geçtiğimiz gün gerçekleştirilen operasyonu spor kulübünün kurucusu merhum Ali Sami Yen’in sözlerinden alıntı yaparak vicdanlarınıza sunuyorum.
Olaya ilişkin görüşlerimi kafamda toparlamaya çalışırken dahi zorlanıyorum. Keza takımın efsanelerinden birini ligin beşinci haftası henüz  oynanmışken kovan-ne yazık ki bu ifade doğru- yönetimin –başkanın mı demeli acaba- her şeyiyle karşısında olanlardan değilim.

Fatih Terim’in hocalığını yaptığı futbol takımı 90’lı yıllarda bana hayatımın en heyecanlı en keyifli anlarını yaşattı. O anları bilinçli bir şekilde yaşayabilecek yaşlarda olduğuma şükrediyorum. Keza o yılları ve sonrasını hayal meyal yaşamış olsaydım tahmin ediyorum ki sözlerim bu kararı alan yönetimi sadece lanetlemekten ibaret olacaktı.

Terim’in Galatasaray ve Türk futbol tarihinin en önemli teknik adamı olduğunu kabul etmemek mümkün değil. İyi bir Galatasaray taraftarı olduğu da aşikar. Bunun yanında bir gerçek var ki Türk sporcusunda hiç sevmediğim yüksek ego ve kabadayılık vasıflarını kişiliğinde barındıran bir spor adamı Terim. 4 senelik şampiyonluk sürecinde söylediğim özellikleri çok daha göze batan bir teknik adam vardı saha kenarında.   2. ve 3. dönemlerinde bu özelliklerinin kısmen törpülendiği, daha olgun bir Terim seyrettiğimiz ise su götürmez bir gerçek. Buna rağmen yönetimdeki hiyerarşiyi ben belirlerim, üstümdeki yöneticiye dahi ben karar veririm, saha içinde aleyhime karar verilirse topu da onun suratının ortasına yapıştırırım, beni kimse tartışamaz diyebilen Terim modelini de  bu iki yıl içerisinde dehşet içerisinde izledik. Bunlar 90’lardan beri iyi bir taktisyen ve fena sayılmayacak bir lider olan Terim’in hiç haz etmediğim yanlarıydı.

Bütün bunlara rağmen Terim-karşılaştırma yapmak ne derece doğru bilmiyorum- Liverpool’un Bill Shankly’si, Manchester United’ın Ferguson’uydu. Anlayacağınız hal ve hareketlerinden hoşlanın ya da hoşlanmayın bu adam 1905’te birkaç lise öğrencisinin kurduğu lise takımının kurucusunun "Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek" sözlerini hayalden gerçeğe dönüştüren kişiydi.

Ali Sami Bey’den beri 33 başkan değiştirmiş Galatasaray. 34.’sü lisenin mezunlarından Ünal Aysal. Dünkü kararın ardından kovma eylemini Galatasaray kültürüne, Galatasaraylılık duruşuna bağlamış. Ortada başkana alenen söylenmiş ağza alınmayacak bir söz, yüz kızartacak bir suç yokken takımın efsanelerinden birine böylesi bir davranış reva mıdır soruyorum ?  Fatih Terim gibi efsanelerden elimizde onlarca vardı da bizler mi tanımıyoruz kendilerini ? Her türlü başarısızlık riski, ilerleyen aylarda yaşanacak çatışma olasılığına karşın Terim’in mayısa kadar görevinin başında kalması sağlanamaz  mıydı ? Kulübün efsanelerinden daha mı önemlidir şampiyonluklar, kupalar ? Öyleyse çelişmiyor musunuz sayın başkan? Siz ey Mekteb-i Sultani’nin bütün düsturlarına vakıf olduğunu düşünen sayın başkan, Florya’da kar mı kürediniz, krampon çivisi mi onardınız ya da Türk olmayan takımların hepsini alt eden takımın başkanlığını mı yaptınız da kulübün zor günlerinde gerektiğinde cebinden futbolcuların parasını ödemiş, dara düşüldüğünde gel denmiş gelmiş, git denmiş gitmiş bir efsane hakkında böylesine fütursuzca bir karara imza atıyorsunuz ? Bu mudur Galatasaraylılık duruşu ? Taraftara lise düsturlarıyla gelmeyin ki bilmezler, anlamazlar pek hoşlanmazlar da. Belki pankarta konu olan Ali Sami Bey ya da liseyi lise yapan Tevfik Fikret  olsaydınız ligin henüz 5. haftasında yaptığınız bu operasyonu haklı bulabilen bir güruhla karşı karşıya olurdunuz da değilsiniz sayın başkan, değilsiniz!

Evet, Fatih Terimle 2 yıldır yönetimsel sıkıntılar olduğu doğruydu ve Fatih Terimle yollar kesinlikle ayrılmalıydı.  Bunun için sadece ve sadece iki seçenek vardı: Ya 2012-2013 sezonunun sonunda değerli efsanemiz Sayın Fatih Terim, senin tavırların, yönetime karışma hallerin bize uymuyor emeklerin için teşekkür ederiz denmeliydi. Ya da madem salt günü kurtarmak  amacıyla –ki bunun da neresi Galatasaray kültürü ile bağdaşır bilmem-  bu yıl kendisiyle devam kararı aldık bir efsaneyi böyle kapı dışarı etmek olmaz arkadaşlar senenin sonu gelince kendisine teşekkür edelim  denmeliydi. (Bunlardan biri mutlaka olmalıydı, dikkat ederseniz Terimle devam edilmeliydi demedim.)


Sürece ilişkin fikirlerim bu şekilde. Bundan sonrasını her Galatasaraylı gibi merakla bekliyorum. Yaşananlara ilişkin de sırası geldikçe fikrimi beyan edeceğim. Dikkat ederseniz Terim’in milli takımı yönetmesi hakkında tek laf etmedim. Bir ülkede ülkenin başbakanının halihazırda bir takımın başında olan kişiye  geç milli takımın başına denmesiyle düğmeye basılıyor bu da muhatabı tarafından “ortada bayrak meselesi vardı” hamaseti ile açıklanıyorsa bunun neresini yorumlayacağım, futbolun neresine sığdıracağım.  Ah Ali Sami Bey ah…

23 Eylül 2013 Pazartesi

TAKIMIMA BAĞLILIĞIMI GÖSTERMEK İSTEDİM (5 MAÇ OYNAMADI)

Önce çuvaldızı bir kendimize batıralım da eminim sağduyulu Beşiktaşlı dostlar dünkü manzara sonrasında iğne batırılması gereken yerleri ya da anları zaten belirlemişlerdir.

Dünkü maça dair pek çok şey söylenebilir. Renkleri bir kenara koyun hakemden seyirci gruplarına, bakanlıktan federasyona öyle çok taraf var ki hakkında laf edilecek. Ben tabii ki duruma taraftarı olduğum kulübün perspektifinden bakacağım ve rahatsız olduğum yanlarımızı değerlendireceğim.

Engin Baytar ve Burak Yılmaz ile birlikte Galatasaray’da bulunmasından haz etmediğim üç isimden biri Felipe Melo. İlk sezonda kariyerinin en iyi sezonunu geçirmiş olsa da bir yanım Melo’nun aşırılıklarından rahatsız oluyordu. Sevinme üslubu dahi bu hareketler oyuna renk katmanın ötesinde dedirtiyor, hakem ve oyuncularla girdiği diyaloglar,  jest ve mimikleri bende patlamaya hazır bir bombayı sürekli elimizde taşıdığımız izlenimini uyandırıyordu. Keza İtalya’daki ve milli takımdaki hallerini bildiğimden ilk sezonu sakin geçirmesini yadırgamış takip eden sezonda performans düşüklüğü ile kendisinin hırçın yüzünü bir kez daha görmüş oldum. O yıl yine bir Beşiktaş maçında sevgili Pittbull’umuz sinirlerine hakim olamayarak Oğuzhan'a tükürmüş ve 4 maç ceza almıştı malumunuz. O sezon boyunca Melo’nun takıma katkısı tartışılmıştı, sezon sonunda sözleşme yenilenmesin diyenlerin sayısı ise bir hayli fazlalaşmıştı. Beklenen olmadı ve Pittbull’la çok daha uzun süreli bir anlaşma imzalandı.  Melo’nun kesici rolünde Galatasaray’a önemli şeyler kattığı bir gerçek bunu inkar etmiyorum ancak dünkü maçta geçen sezonki hırçınlığı tekrarlaması hakkındaki olumsuz düşüncelerimi pekiştirdi, bunu da saklayamam.

Taraftarın sevgilisi (!) maçın ardından açıklama yapmış, duymuş ya da okumuşsunuzdur. “Yaptığım hareket oyun kuralları içerisinde normaldi, bence kırmızı kartlık değildi ama hakemin kararına saygı duyarım.” "Beşiktaş taraftarının sahaya girmesinin bana bağlanmasını anlamıyorum. Olaylar zaten daha önce başlamıştı. Beşiktaş taraftarına saygım sonsuz. Onlara karşı yapılmış bir hareketim yok. Formayı, Beşiktaş taraftarı için değil; Galatasaray taraftarına bağlılığımı ispatlamak için gösterdim."

Bu mudur yani takıma bağlılık en az 5 maç takımı yalnız bırakmak mı ? Eh be Melo çok kişiyi kandırabiliyorsun da, karşında üstad Hagi’nin muhteşem performansını izleyebilmiş her şeye rağmen hırçınlıklarını eleştirme şerefine nail olmuş -ki performansın efsanenin onda biri etmez- biri duruyor.  Kahretsin ki geçer akçe o günlerdeki gibi bugün de değişmedi sevgili Melo. Sezon başındaki kamplarda yatacak ya da o kamplara hiç gelmeyeceksin, sezon boyu etliye sütlüye karışmayacak, hırçın, hırslı taklidi yapacaksın, maçlarda her türlü centilmenlik dışı hareket sergileyecek takımını onlarca maç yalnız bırakacaksın. Tabii sahayı terk ederken armayı öpecek, maç sonrası twitterdan fanatikleri coşturacak açıklamalar yapacaksın. Bu sırada takımın en çok kazanan oyuncularından biri olacaksın. Hala geçer akçe böyle bir futbolcu profili sergilemek, anlamışsın be Melo.

Tabii sadece futbolcuya yüklenmek olmaz, Galatasaray kulübü Melo’ya en ağır cezayı layık görmedikçe, bu tarz hareketlerin tekrarlanması kaçınılmaz olacaktır. İlla 11 maçlık bir ceza alması mı bekleniyor, bakın Engin Baytar’a kuzu gibi maşallah değil mi? Kulüplerimiz takımlara böylesine zarar veren futbolcuların-çoğu zaman yabancı futbolcular-arkasında durduğu, utanmadan onları en kötü davranışta dahi sahiplendiği sürece Türk futbolu benzeri hareketleri daha çok yaşar, taraftar grupları da saha basmayı kendilerine hak olarak görür.  



22 Eylül 2013 Pazar

KEYİFLİ BİR FUTBOL AKŞAMI!

Bu gece oynanan maçla ilgili söyleyecek çok şey var. Her şeyden önce bu blogda hiç bir zaman sadece futbol yazmayacağımı belirtmek isterim. Ancak keşke sadece yazılacak taktiksel şeyler olsaydı ve ben de böylece klavye karşısına hiç geçmeseydim.

Futbolumuzun içindeki Gargamel'lerin fazlalığından söz ettiğim yazıda futbolun dışından da söz etmiştim ama bu denli kin ve öfkenin hayatımızın her alanına ve azalmış olan seyir zevkimize tecavüz edeceğini de hesaba katmamıştım.

Hangi maç olduğu malum olan karşılaşmanın son bölümünde yaşananlara geçmeden önce hiç bir küfür olmayan tezahüratlarda yayının sesini kısan yayıncı kuruluşun, işine gelmediğinde nasıl da spikerlerinin sesini kısıp gerekli! görüntüleri en güzel açılardan yayınladığını hatırlatmamda fayda olduğunu düşünüyorum.
Günlerden pazar. Yakın arkadaşlarımla hafta boyu yaptığımız tüm atışmalar sonrası evimizde en keyifli ortamımızı kurup, formalarımızı giydikten sonra ekranın karşısına geçiyoruz. Herkes çok keyifli,hafta içinde yaşanmış olan tüm stres herkesin 90 dk uzağında, tek bir ortak kanı var,güzel bir akşam geçirmek. Gerekli hazırlıklar yapılmış durumda, gol olursa kim nasıl sevineceğini,karşı tarafla nasıl dalga geçeceğini bile planlamış,bir şeyi unutmuş tabi,"karşı taraf" bizim anladığımız türden değilmiş,meğerse karşımıza aldıklarımız futbolu 90 dk bile olsa sahada bırakmamaya and içenlermiş.
Maç başlıyor, hiçbirimiz maça ilk kez 4 savcı getirildiğini, sonradan olma taraftar gruplarının maç öncesi sosyal medyada verdiği ince mesajları bilmiyor, keyifle sahaya odaklanıyoruz. (Tribünde rakip takım taraftarının olmaması,34.dakikada atılan küfürsüz sloganların sesinin kesilmesi bile bu keyfi azaltmaya yetmiyor) Gol oluyor seviniyoruz,planlanan dalgalar geçiliyor,kahkahalar ard arda geliyor,tekrar goller geliyor, arkadaşlarımız intikamını güzelce alıyor ama kahkahalar kesilmiyor.
Ne oluyorsa 90+'dan sonra oluyor,mimiklerimiz değişiyor, birbirimize bakıyoruz,sonra sandalyeler elinde taraftarları sahada görüyoruz,polisi görüyoruz,spikerler susuyor,biz konuşuyoruz,ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz,iyi ki çok saf değiliz ve anlıyoruz çünkü tekbir sesleriyle sahaya girenler, bu çağlar öncesi medeniyete yakışan insanlar bizim gibi değiller biliyoruz.

Hepimizin aklına aynı şey geliyor,bu "Çarşı" dediğimiz, o çok duyarlı olduğunu bildiğimiz, maç öncesi bir kanser hastası çocuğa destek isteyen pankartı asan grup olamaz,(olmadığını resmi açıklamayla da teyit ediyoruz) peki kim bunlar?
Bunlar dün sokakta, bugün tribünde, yarın başka bir yerde karşımızda olacak,vicdan ve insanlıktan yoksun, demokrasiyle sindiremediğini başka yollarla alt etmeye çalışan bir grup zavallı anlıyoruz.Peki ne istediniz bu güzel oyunun az kalmış güzel anlarından? Ne istediniz arkadaşların bir araya gelip de memleketi kurtarmak zorunda kalmadığı sınırlı toplanmalarından? Yetmedi mi her yerde karşımıza çıkmanız?

Maç bitiriliyor, 2 ayrı formalı arkadaş olarak birbirimize bakıp "saat 10 olmadan bakkala gidelim bari" diyoruz.

FUTBOL ÖLÜ MAÇ TATİL

Geçmişte , Franco ve Salazar gibi diktatörlerin halkın bilincini uyuşturmada Fado (Müzik), Fiesta (Eğlence) ile en önemli yöntemlerden biri saydıkları Futbol bugün toplumsal bazı mesajların canlı tutulması adına kullanılabiliyor ki sanırım Franco ve Salazar futbolun böylesine birleştirici bir yanının olabileceğini tahmin edememişlerdi.

Maç bitiminde göz attığım hiçbir blogda, facebook ve twitter iletisinde haklı olarak maçın taktiksel analizi ile ilgili bir yorum görmedim. Maçın sonucundan daha önemli olan bir şey varsa o da maçın uzatma dakikalarında yaşananlardı.

Beşiktaşlı pek çok arkadaşım Çarşı’ya muhalefet amacıyla kurulan (bazıları hükümetçe desteklenen diyor ) 1453 Kartalları adı verilen çiçeği burnunda grubun kışkırtma görevini çok güzel uygulayarak olayları başlatıklarını belirtiyorlar. Arkadaşlarımın söylediklerinin yanlış olduğunu katiyen söyleyemem. Her şeye rağmen kafamda pek tabii soru işaretleri var. Futboldan tiksindiğim ise kesin bilgidir, yayalım. (Evdeki Lig TV aboneliğimi sonlandırmayı ciddi ciddi düşünüyorum)

Olimpiyat Stadı'ndaki olaylardan kareler
Son dönemde Galatasaray – Beşiktaş maçlarında bariz hakem hatalarının Beşiktaş aleyhine daha çok yapılıyor olması benim de canımı sıkıyor. Hakemler bunu bilerek yapıyor demek için sağlam fanatik olmak gerekir ama dediğim gibi üst üste Beşiktaş-Galatasaray rekabetinin gerilimini artıran bu saçma sapan hatalar insanın canını sıkıyor.  Bu geceki maçta Aydınus taktir haklarını daha çok Galatasaray’dan yana kullanarak ve  özellikle Burak’ın eliyle topu önüne almasını görmeyerek var olan stresi ateş topuna dönüştürdü. Bütün bu hatalara rağmen (eğer planlı bir provakatif eylem yoksa) tribünlerin sahaya inmesi tek kelimeyle şımarıklıktır, futbol kültürü yoksunluğudur.  Maç içinde verilen hiçbir karar taraftarın sahaya inmesine, birilerine ya da demirbaşlara zarar vermesine sebep olamaz. (TTarena’da yapılan ya da yapılabilecek saçmalıklar için de aynılarını düşündüğümü ve düşüneceğimi belirtme gereği duymak bile üzücü) Bu konu özelinde aksini düşünen hiçbir kimseyle yine maç özelinde ortak bir noktada buluşabileceğimizi sanmıyorum. (Futboldan soğumama neden olan tek şeyin Beşiktaş taraftarının sahaya inmesi ve yaşanan olaylar olduğu düşünülmesin içinde Galatasaray camiasının da olduğu o kadar çok sebep var ki o da başka bir yazının konusu olsun)

Türkiye’de pek çok şeyden nefret etmek için bir sürü sebebimiz vardı ama futboldan nefret etmek için biraz daha uğraşmaları gerekiyordu. Gerçekten ne tadı ne tuzu kaldı Türk futbolunun, maç seyretmenin. Henüz beşinci haftada yaşanan olaylara bir bakın.  Zihniyetin stadyum ya da renk ayırt etmeksizin benzer olduğu ülkemizde lanet olsun futbolunuza da oyununuza da demek için artık pek çok neden var. Lanet olsun! 

19 Eylül 2013 Perşembe

6 ÜSTÜ 1 YENİLGİ

Geçtiğimiz gün oynanan Real Madrid maçındaki hezimetin taktik analizi ile uğraşmaktansa maç öncesindeki, maç oynanırkenki ve maçtan sonraki taraftar tepkilerini yorumlamayı tercih ediyorum. Keza ilk otuz dakikada rakibini ablukaya alan, tam anlamıyla bir şampiyonlar ligi takımı hüviyetine bürünmüş 8 yabancılı Galatasaray’ın her şeye rağmen Türk usulü bir golden sonra yerle yeksan oluşunu hatırlatıp can sıkacak değilim.

Galatasaray zorlu bir süreçten geçiyor. Geçtiğimiz sezon profesyonelliği, az ama öz konuşması ve duruşu ile övünülen başkanın farklı bir kimlikle karşımıza çıkması, federasyonun tarihinde belki de ilk kez büyüklerin taleplerini kulak arkası ederek yabancı sınırlamasında ısrarcı olması, aynı federasyonun milli takımdaki kötü gidişi Fatih Terim’le düzeltme çabası Galatasaray’ın zorlu sürecini daha da zorlu bir hale getirdi. Bu atmosfer altında halihazırda ligde 6 puan kaybeden takım TTarena’nın çimlerine çıkıyordu ki taraftar şampiyonlar ligi hatırına tribünleri hıncahınç doldurarak takımına destek veriyordu. Ne yalan söyleyeyim maç öncesi kareografisi de maç içindeki bazı tavırlarla çelişecek denli ince düşünülmüştü. *Açtığı pankartta kurucusunu unutmayan, ruhuna rahmet gönderen bir taraftar grubunun yaman çelişkisine az sonra değineceğim.

Galatasaray’ın Avrupa maçlarının büyük klasiğidir: Galatasaray geriye düştüğünde gole kadar tribünleri aslanlar gibi inleten taraftar bir anda kediciğe dönüşür. Real maçında da benzeri oldu. Bunda takımın oyuna harika başlamasının, işlerin iyi giderken basit bir hatayla bir anda berbat olmasının payı var pek tabii ancak bu tip durumlarda Türkiye’de konsantrasyonunu en çabuk kaybeden taraftar grubu ne yazık ki Galatasaray’da, bir kenara not edilmeli.

Takım ikinci yarıda iyice oyundan düşüp farkı kalesinde görünce taraftar geçen yılın çeyrek finalistini sahada yalnız bıraktı, geçen yılın çeyrek finale kadar gol kralının kulaklarını ise kendisi söylene söylene kenara gelirken bir güzel çınlattı. Burak Yılmaz’ı günahım kadar sevmiyor olsam da sahaya yansımasını arzu ettiğim tribün tepkisi salı günkü gibi değildi. Ben maç öncesinde kurucusu ve yeni nesil kurmayları ve askerleriyle takımını Avrupa’ya bir kez daha hatırlatan taraftardan bu inceliği maç boyunca göstermesini, takımının arkasında skor ne olursa olsun kalmasını arzu ediyorum. Fakat biliyorum ki Sami Yen döneminden beri çokça eleştirdiğim taraftar kitlesinin istediğim hale evrilmesi ne yazık ki torunlarıma kalacak.


Sözlerimi maç sonrası özellikle sosyal medyada ve pek tabii gerçek sosyal ortamda dönen hezimet şakalarına değinerek bitireceğim. Daha bir önceki yazısında futbol hamasetinin gülünç ve itici olduğunu ileri süren bir yazar olarak skoru tiye alan Fenerbahçe ve Beşiktaşlılara vatan millet Sakarya sözleriyle yüklenecek değilim. Böylesine büyük bir fark her zaman için rakip takım taraftarlarının alay konusu olmuştur, olacaktır da. Ben bu “potansiyel tiye alınış stresi”nin futbol taraftarının futbola olan tutkusunu ikiye katladığına inanıyorum.  Mesele şakalarda düzeyi koruyabilmekte ve işi latifenin ötesine götürmemekte. Yoksa birçoğumuz 7-0lık Sigma hezimetiyle ilkokulu bitirdik, bazılarımızsa 8-0’lık Liverpool faciasında yepyeni aşklara yelken açmıştık. Bol gollü günler dilerim :) 

16 Eylül 2013 Pazartesi

YAŞAMAK SİYASET YAPMAKTIR?

Türk futbol tarihinden birçok figür gelip geçti. Belli başlı olanlar da - hepimizin malumu olanlar- hiçbir zaman gitmeyeceklerine hepimizi ikna etmişcesine, inatla ana karakterler olmaya devam ediyorlar. Ancak bunca Gargamel arasında hep beklediğim bir Şirin'in ortaya çıkmasıydı, en azından bir Şirin...

Merdivenlerin griye mahkum olmasıyla aynı talihe mahkum futbol masalımız da nasıl olduysa renklendi, sayfaları karıştırılmaya değer bir kitap oluverdi birden. Bu farkı yaratan rengin adı da Slaven Biliç'di. Futbolun sadece futbol olmadığını (ve olmaması gerektiğini) öğrenmiştik ama tanık olduklarımızın en azından biraz futbola benzemesi gerektiğini, o da olmuyorsa futbolun ruhunu korumamız gerektiğini unutmaya başlamıştık.
Bu entelektüel Hırvat adam, hayranlığımı daha 2008 yılında, Türkiye - Hırvatistan eşleşmesindeki futbolcularıyla olan ilişkisiyle, kendine, takımına olan güveniyle ve çok önemlisi son dakikalarda gelip, son saniyede giden turu hazmedebilmesiyle kazanmıştı.

         O günden bu güne futbolumuzda olumlu anlamda hiçbir şey değişmedi ama O'nun gelişi en azından futbola küsmüş durumdaki ben ve benim gibi tarafların yüzünün tekrar sahaya dönmesini sağladı.Saha başarıları değil burada anlatmak istediğim, ki o değişken olabilir, bu topraklarda bu sanayi koluyla profesyonel olarak ilgilenen çok az kişide görülen bir tür iyi huylu organizma:  

Bakış açısı, hayata nerden baktığınız futbola da nerden baktığınızı gösterir ya, sadece futboldan anlayanın, aslında futboldan anlamadığı gerçeği vardır ya, işte budur beni üst notalardan aromasına doğru götüren.
Buradan günün birinde gitmek durumunda olursa da kendi adıma en tepeye yazacağım futbol adamı olacaktır Bilic.

Peki şu siyasetin sporla olan içli dışlı ilişkisi nedir derseniz, aslında klasik futbol anlatımı gibidir, zor olan futbolu basit oynamaktır, basit oynadığınızda başarırsınız ya, yaşarken siyasetten vazgeçerseniz insan olana zordur bu çünkü siyaset hayattır, hayatın tam içindedir, onu ordan çekip çıkarmak da zordur. Robbie Fowler attığı gol sonrası formasını çıkarıp, tişörtüne yazdığı "Demiryolu işçilerinin grevine destek olun" mesajını verirken de, Samuel Eto'o tribünlerden gelen ırkçı tezahüratlar sonrası soyunma odasına gitmeyi kafasına koyarken de, Çarşı taraftar grubu Van depremi sonrası ya da memleketin dört bir yanına nükleer santral açılması girişmleri sonrası veya protesto hakkını kullanan halka yapılan zulüm sonrası tepkisini koyarken de, Slaven Biliç "Gerçek anlamda bir sosyalistim, paramı insanlarla paylaşmadığım gün insanlığımı yitirdiğim gündür" derken de hayattır. Hayatta durma biçimidir.
Öte yandan bir milletvekili, spor programında yorumculuk yaparak kamu vicdanını yaraladığında, bir ülkenin futbol federasyon başkanı ve milli takım teknik direktörü seçilirken başbakandan tavsiye ve izin alındığında veya milli basketbol takımının teknik kadro ve oyuncu seçimlerinde devlet etkisi olduğunda, bir futbol maçı öncesi sahaya çıkan futbolcuların ellerinde taşıdıkları pankartlarda o ülkenin hükümetinin seçim propogandası yapıldığında da bir durma değil yok olma mevcuttur.
Aradaki fark nedir peki? Şu sorunun cevabında  muhakkak: Hangisi özgür tercih sonucudur, hangisi değildir?

13 Eylül 2013 Cuma

“SİZİ SEVENLERİ ÜZMEYİN BABA!” G.SARAY 1-1 MP ANTALYASPOR

Bırakın maçı falan 22 yıl önce büyük efsaneyi sonsuza uğurladığımız bu günde beraberlikmiş, mağlubiyetmiş bunlar arka planda kalmaya mâhkum meseleler. Futbolumuzun “Bizi sevenleri üzmeyelim baba! ” sözünü söyleme inceliğini gösterebilmiş bir avuç efsanesinden birini, Metin Oktay’ı rahmetle ve özlemle analım bugün. Endüstriyel futboldan ve o anlayışın yetiştirdiği futbolculardan sıkıldığımız her an bahsettiğim şu güzel insanları gülen gözlerle bir kez daha hatırlayalım.

Galatasaray 2000’li yıllara gelindiğinde ülkede mazisine, mazisine damga vurmuş isimlere sırtını dönmüş, vefayı semt ismi olarak kullanan bir kulübe dönüşmüştü. Büyük kaptanlar, golcüler, takımın sembol isimleri ve hatta kurucu hakkıyla anılamıyor hayatta olanlara bir jübile dahi çok görülüyordu. Son yıllarda sembol isimlerin özür dilenircesine hatırlanması ve onore edilmesi beni çok mutlu ediyor. Bu anlamda Metin Oktay’ın anılması bu organizasyonlar içinde en değerli olanlarından.

Gelelim maça. Galatasaray’ın kadrosunu gördüğümde ülkesinden geç gelmiş de olsa kalede Muslera’nın olacağını bekliyordum. Terim, jetlagı öne sürerek ve pek tabii haklı olarak Muslera’yı oynatmadı. Selçuk İnan ve Sneijder de milli aranın ardından rotasyona takılan isimler oldu. Anlayacağınız zorlu geçeceği  ortada olan  bir maç vardı önümüzde.

Antalyaspor kadrosunu incelediğimizde karşımıza veteran sınırına ulaşmış olsalar da 4 büyüklere bir şekilde uğramış tecrübeli isimlerle karşılaşıyorduk ki bu tecrübe böylesine sıcak atmosferlerde çoğu zaman iyi işler çıkarabiliyor. Maç boyunca Antalyalı futbolcuların harika kontralar yakalamaları, Galatasaray’ın oyuna tempo kazandıracağını hissettikleri anda  oyunu soğutmak için yaptıkları profesyonel haraketler  yukarıda söylediğimi destekler nitelikte.

Galatasaray takımı ilk yarıda baskı kurduğu dakikalarda direkleri geçebilse farklı bir skor ile karşı karşıya kalabilirdik. Hakemin es geçtiğini düşündüğüm bir el pozisyonu da penaltı ile sonuçlansaydı Terim ikinci yarıda sahaya Bruma’yı kurtarıcı olarak değil taraftar ile buluşsun diye çıkaracaktı.
İ
lk yarıyı kapatan kontra golü ikinci yarı harika bir maçın habercisiydi ki beklentilerimiz boşa çıkmadı. İkinci yarıya Terim forveti 3’leyerek başladı. Amrabat maç içerisinde birkaç kez yanlış pas tercihi yapınca kesiği yedi. Bruma sonrası tribünden bir müddet yeşil sahaya inemeyecektir görüşündeyim.

Gol arayan Terim kurtarıcı olarak 18 yaşındaki Bruma’ya “merhaba deyin” dedi taratara. Ne yalan söyleyeyim maçın heyecanından çok da iyi bir analiz yapamadım Bruma ile ilgili. Maç içinde celallendiğim ağzımı bozduğum ender dakikalardan biri Emre Çolak’ın oyundan çıkma anıydı. Bu dakikada ilginçtir sahaya 18’lik Bruma giriyordu. Tribünler altyapıdan yetişen bir yeteneğimizi galiz küfürlerle uğurlarken yeni transferi sevgi ile karşılıyordu. Ülkedeki futbol kültüründen tiksinmeme neden olan sahnelerden biriydi. Sonuncusu olmayacağı için üzülüyorum.

Galatasaray’da 90 dakika ayakta kalabilen ender oyunculardandı 36’lık Drogba ki bu da Türk futbolcuları ne kadar düşündürüyordur acaba? Birkaç gün önce bir blogda okuduğum “Çare Sabri, Çilek Değil”  http://wwwextensor.blogspot.com/2013/08/care-sabri-cilek-degil.html adlı harika yazıyı doğrulayan bir son 30 dakika yaşadığımızı da belirtmem gerek. Sabri, Drogba’nın golünün asistini yapıp oyuna girdiği andan itibaren maça tempo kazandırdı ve  futbol için  ne kadar önemli bir aktör olduğunu yine gösterdi.


Galatasaray için 4 maçta 3 beraberlik ve bir galibiyetle iyi bir başlangıç olmadığı ve takımın skor üretmede sıkıntı çektiği ortada ama ortalığı yangın yerine çevirip felaket tellallığı yapmak da bugünün işi değil. İlk 10 hafta ve şampiyonlar ligindeki performans daha incelikli yorumlar adına yeterli olacaktır. Bekliyorum,bekliyoruz.

11 Eylül 2013 Çarşamba

FUTBOL HAMASETİ

Andorra maçı ve dünkü zaferle bizleri sevince boğan milli takımın tatmin edici mücadelesini ve başarısını murdar edip “Ağız tadıyla da bir sevinemeyecek miyiz arkadaş ?” diyenleri karşıma almak değil amacım. Maç ve galibiyetten öte yapılan açıklamalara dikkat çekmek benim takıntılı fikir dünyamın bir oyunu mu ne yazık ki bilemiyorum.

Avcı döneminin biterek Terim döneminin başlaması üzerine hiç görüş bildirmedim. TFF’nin başında yer alan insanın futbola dair ufkumuzu genişletecek hiçbir düşünceye sahip olmadığına inanmam bunda etkili oldu. Terim’in 4 maç kala hem Galatasaray’ı hem de milli takımı çalıştırması üzerine de fazla yorum yapmaya gerek olmadığı kanaatine vardım çünkü kendisinin deyimiyle işin içinde “Bir bayrak meselesi” vardı.
Dünkü galibiyetle elbette ki sevindik ve bir futbol karnavalının içinde olabilme hayaline kapıldık. Kuşkusuz dün geceki galibiyette Terim’in taktiksel bilgi birikiminin, futbolcunun dilinden anlayışının ve pek tabii oyuncu tercihlerinin payı büyüktü. Sonuçta son 4 maça gelindiğinde neredeyse yok olan ümitlerimiz ateşlenmiş oldu.

Hoşuma gitmeyen 2 şey var sürece dair. Bunlardan biri futbola hamasetin karıştırılması ve tabii ki Türk sporcusunun kendisini yöneten kişilere bakışı.

Fatih hocanın hem göreve gelirken hem de maçlar sonrasında yaptığı “İşin ucunda milli marş vardı, bayrak devreye girince akan sular durur” gibi söylemlerinde samimi olduğunu tahmin ediyorum. Yani duygularının içten oluşundan neredeyse kuşkum yok ancak bu tip söylemlerin Türk futbolundan çok şey götürdüğü, sporcuları ve camiaları olumsuz etkilediği ortada. (Gerçi hepsi aynı kafada ya neyse) Sonuçta sadece bir spor organizasyonu, bir eğlence futbol.  Bu tip söylemler bir taraftan bazı insanların tüylerini diken diken ederken diğer taraftan hem sözün sahibini hem de söz sahibinin meslektaşlarını büyük bir baskı altında bırakıyor. Sözlerin sahibini spor arenasında milli spor camiası aleyhine yapılmış her hatalı hareket “Hani her şey bayrak içindi, yaptığın davranış milli onurumuza zarar vermedi mi?” gibi sorularla muhatap edebiliyor. Anlayacağınız çok da insani sayılabilecek bazı hatalar gün geliyor böyle söylemlere sahip insanların başını yakabiliyor.  Bu tip açıklamaların ardından sakatlığı olan bir futbolcunun milli maça çıkmaması, herhangi bir sebeple milli takımdan affını isteyen futbolcuların vatan haini ilan edilmesi vb. gibi saçma sapan durumlar yaşanabiliyor. Anlayacağınız kendi dünyasında samimi olduğunu düşündüğüm davranış ne Türk sporunun ruhen amatör kalmasına katkıda bulunuyor ne de dünya standartlarında profesyonel bir anlayışa geçmemizi sağlıyor.

Hoşuma gitmeyen diğer nokta Türk futbolcusunun kendisini yönetene karşı tutumu. Bu durumu sadece futbolcu bazında değerlendirmenin ne kadar faydasız olduğunun farkındayım. Tam anlamıyla Türk gencinin lider algısı perspektifinde pek çok etkeni düşünerek  çok boyutlu değerlendirilmesi gereken bir tutum bu. Bunu Aykut Kocaman, Ersun Yanal, Rijkaard ve son olarak Abdullah Avcı örneklerinde gördük. Çok değerli teknik adamlardı bunlar ve hepsi de taktik bilgilerinin enginliğine karşın ellerindeki futbolcularla profesyonelce bir diyalog kuramadılar. Bu teknik adamlardan en başarılısı Aykut Kocaman oldu sanırım onun da benzeri bir ortamda yetişmesi kısmi başarısında etkili oldu. Diğer isimlerin bunca başarısız olması Türk futbolcusunun lider algısı ile ilgili tabii ki. Türk futbolcusu üzerinde tam anlamıyla hakimiyet kuran, tatlı sert babacanlığı ile gönül alan, hiçbir hatalı hareketi cezasız bırakmayan, sözün kısası dirayetli bir lider arıyor. Biraz bıçkın biraz kabadayı bir profil aşırıya kaçmadıkça ideal oluyor. Anlayacağınız Türk futbolcusunun gözünde akademi mezunu, Barçayı Reali yönetmiş adamlar olmanızın zerre değeri yok. Del Bosque’yi, Luis Aragones’i bir düşünün. Bir de Almanya çıkışlı akademik kariyerli Yılmaz Vural’ı bir aklınıza getirin.  Burada “Teknik adamlar da kendilerini Türk futbolcularına göre ayarlasın, bu adamlar böyle işte” yargısını ortaya atanlar olabilir pek tabii. Kısa vadede başarı getirecek gibi gözüken bu tavrın Türk futbolunda her zaman Fatih Terimler, Mustafa Denizliler yaratma zorunluluğu doğuracağını bunun da ülke genelinde başarı sürekliliğine imkan vermeyeceğini düşünüyorum. Anlayacağınız Türk futbolcusunun bu çatık kaşlı mahalle mektebi arayışından hiç hoşlanmıyorum.

Bütün bunlara rağmen dünya gözüyle sadece bir tane dünya kupasını keyifle izleyebilmiş bizlere 2 ümitli maç bırakan futbolculara ve teknik ekibe teşekkür ediyorum.   


8 Eylül 2013 Pazar

ÖZGÜR RUH

Bir takım düşünün battı densin, bir takım düşünün spor sayfalarından silinmeye çalışılsın, bir takım düşünün şikeye bulaştırılsın ve yine bir takım düşünün bu haldeyken kombineleri ve forma satışları üç katına çıksın.. Bir taraftar grubu düşünün bir gün değil her gün desin , bir taraftar grubu düşünün sen sokakta oyna biz destekleyelim desin, bir taraftar grubu düşünün sosyal duruşuyla milyonları harekete geçirebilsin.. İşte verili sistemin arıza yaptığı ender zamanlar vardır ve bu hep siyaset sahnesinde olmak zorunda değildir. BEŞİKTAŞ takımı ve taraftarı yok sayıldığında yok olunmayacağını, iki büyüklü sistemin kapitalizmin yalanı olduğunu her gün güçlü bir şekilde gösteriyor. Hala duymayanlar varsa Galatasaray maçında olimpiyat stadında olun. Doksan bin kartalın sesi belki yalandan paslanmış kulaklarınıza iyi gelir. 

2 Eylül 2013 Pazartesi

BİR TAKIM SEÇMEK: AFC WIMBLEDON

Her şey FM’de Galatasaray dışında yönetirken beni heyecanlandırabilecek, gerçekte kulüp haberlerini takip ederken meraklanabileceğim, kulübün taraftarı olmayı içselleştirebileceğim bir Avrupa kulübü ararken gelişti. Hemen küçümsemeyin hangimizin böyle dertleri yok ki  ? J

Türkiye’deki bir takım taraftarı olmak Müslüman ya da Hristiyan olarak doğmaya benziyor. Çoğu zaman aile içi dinamikler ya da toplumsal statü tuttuğumuz takımı belirliyor. Sorgulayarak takım tutma oranının düşük olduğu ortada o anlamda şu yüzden Galatasaray’ı tutuyorum demem mümkün değil.

Neyse lafı dolandırmayayım. CM geleneğinden gelen biri olarak İngiltere ve İtalya Liglerinde takımlarla oynadım. İtalya’da Roma’yı renklerinden dolayı biraz da Lazio’nun ezeli rakibi olduğu için tercih ettim. Ama sırf renkler ve Lazio’ya rakip olmak takımı içselleştirmeme yetmedi. İtalya’da kaptan Lucarelli sevdasına bir dönem Livorno’ya da ilgi duydum ama o da sonrasında sarmadı. Hatta bir ara Atalanta tek takımım olabilir mi diye bile düşünmüşlüğüm var.

İngiltere’de lise yıllarımda Kevin Philips sayesinde Sunderland fanı olmuştum ama geçici bir hevesmiş. O olanaksızlıklar içinde beyaz tişörte kulübün logosunu bastırmıştım. Hey gidi günler hey!  Sonrasında pek çokları gibi hem işçi kökeni hem şanlı tarihi hem de taraftarlarının büyüklüğüyle Liverpool aşkı başladı bende. “You will never walk alone” romantizmini yaşamadım değil anlayacağınız.  Hala severim Liverpool’u ama o kadar yani. Rangers’ı Celtic’e gıcık olduğumdan, Atletico’yu da Real’den nefret ettiğimden tuttum. Bu ligler sarmayınca PSV mi Ajax mı ikileminde kaldım. Almanya’ya nedense hiç bulaşmadım ama St Pauli’ye bir sempatim olduğu doğrudur. Anlayacağınız bu takımlardan  hiçbiri ne FM’de oynarken ne de kulübü takip ederken beni heyecanlandırmıyordu. Bu şekilde günler geçerken “Mayıslar” blogunda o enteresan yazıyı okudum: ( http://mayislar.blogspot.com/2009/07/yln-macna-dogru.html ) Evet başlangıçta her gün okuduğum ve İngiltere’den haberler veren bir yazı gibi görünüyordu. Sonrasında blog yazan arkadaşın açıklamalarıyla “Evet, bu kulüp tam istediğim gibi!” cümlesini kurduğumu hatırlıyorum. Geç oldu ama güç olmadı.  

Araştırmaya başladığımda “Barış Gerçeker”in oldukça detaylı harika yazısına ulaştım: ( http://www.ntvspor.net/yazar/baris-gerceker/298/kendi-kulubunuz-olsun-ister-misiniz )
AFC Wimbledon’un hikayesinin bütün detaylarını merak eden arkadaşlar için burada ahkam kesip tarihçeyi yeniden yazacak halim yok. Zaten  yukarıdaki iki sitede de bu değerli insanlar durumu güzelce anlatmışlar. Ben biraz AFC sevgimden ve bunun nedeninden bahsederek yazıyı sonlandırmak isterim.

AFC Wimbledon’un renklerinin bana uzak olduğu ortada. Ama inanın takımı sahiplenirken bu durum aklımın ucundan bile geçmedi. Pek çok okur gibi beni de taraftarın “Satılmış kulübü değil kurulduğundan beri bizim olanı istiyoruz” duruşu etkiledi. Halihazırda iflası çekmiş bir kulüp için ülkemizde de pek çok köklü kulübün yaptığı isim değiştirip kurtulma yöntemine taraftarın “Hayır” demesi bununla da yetinmeyip tek aşkları Wimbledon’ı “AFC Wimbledon” adıyla yeniden kurmaları, bir anlamda profesyonel ligde oynamaktansa onurluca mahalle maçlarında boy göstermeyi tercih etmeleri bana “Vay beee” dedirtti. Şimdi gönül rahatlığıyla AFC Wimbledon’u aynı zamanda sponsorumuz olan FM oyununda alıyor, takımın güncel durumunu takımın sayfasından güzelce takip ediyorum.

Barış Gerçeker’in yazısının sonunda belirttiği gibi ülkemizdeki taraftar kültürü ve futbol mentalitesi böylesine yüce gönüllü bir davranışa hazır değil. Taraftarlar olarak kabul etmeliyiz ki “başarı ve eğlence bazlı” bir yaklaşımımız var. Tabii antitez olarak her tür cefaya katlanıp deplasmanlara giden, kulübüne destek olan taraftarları gösterebilirsiniz ama Gerçeker’in de benim de vurgulamaya çalıştığımız nokta daha başka.

Her neyse benim gibi kendine gururla desteklemek istediği bir kulüp bulmaya çalışan varsa biraz daha kötü durumda olan ama en az AFC kadar onurlu FC United takımını önerebilirim. Kardeş kulüp bir anlamda United.  Man Utd’nin Amerikan’lara satılmasının ardından muhalif taraftarlarca kurulmuş bir kulüp. Sitesinde detaylı bilgiye ulaşabilir, takıma destek de olabilirsiniz.( http://www.fc-utd.co.uk/ )Bu takımların hakikaten “A Fans Club” –taraftar kulübü- olduklarını görerek futboldan bir kere daha zevk alabilirsiniz. Ha unutmadan “ey Milton Keys’in Dons lakabını asıl sahiplerinden aşırdığını sanan taraftarları, bu sezon olmasa da bir sonraki sezon yanınızdayız, bekleyin! J